Tahtayı en kalın yerinden delmek: Bilimin sancılı mücadelesi

Bilim ve politikayı yan yana getirmekten korkmamak gerekir. Zira bilim bir düşünüş biçimi ve yaşama bakış metodudur. Bilimin özgürleşmesi, politik konumlanıştan bağımsız düşünülemez


 

14 Temmuz, 2019 ,birgün,Çağla Kızıl

 

Yeni bilim köşemizin heyecanı ve mutluluğuyla merhaba. Bu köşede bilim tarihinden hikâyeler, bilimde güncel gelişmelere dair yorumlar ve bilimsel bilgiler paylaşmayı düşünüyorum. Bilimsel olmanın muhalif olmakla neredeyse eşdeğer olduğunu düşünen bir bilim insanının yazıları olacak bunlar. O yüzden, ilk yazıda, bilimin mücadeleci ve aklı özgürleştiren doğasına dair bir çerçeveyi paylaşmayı arzu ediyorum.

BİLİM BİR ÜRETİM SÜRECİDİR

Malumunuz, gözlem, deney ve inceleme gibi belli genel geçer yöntemlerle  doğanın yapı ve işleyişine dair tutarlı bir bilgi bütünü elde etme sürecinin adıdır bilim. Olabildiğince objektif ve veriye dayalı bir akıl yürütme sürecidir. Bilimin amacı, rasyonel bir düşünüş ve edim metodu sonunda tutarlı bir bilgi bütününden türeyen bir önermeye varabilmektir. Nihai bilgiye ulaşmaktan çok, “henüz çürütülmemiş bir hipotez” yaratma sancısıdır bilim. Tam da bu nedenle, bilime sanatsal bir üretim sürecidir de diyebiliriz. Paradigmanın merkezine dinamit koyarken yanımıza aldığımız bir sanatçı uyumsuzluğudur. Yaşamı ve bizatihi bilginin kendisini topyekun sorunsallaştıran bir konumlanıştır. Belki bir varoluş mücadelesi olmalıdır bilim; başlı başına bir ayak direme, bir manifesto ve inatçı bir direniş. Bilimin itaatsizliği, Bruno ile Galilei’nin gökyüzüne bakışlarındaki farkta, içlerinden yalnız birinin yakılmayı göze alabilmesinde gizlidir. Nihayetinde, bu direngen özelliği nedeniyle bilim, politiktir.

Bilim ve politikayı yan yana getirmekten korkmamak gerekir. Zira bilim bir düşünüş biçimi ve yaşama bakış metodudur. Bir argümanı zihnin süzgecinden geçirme aşaması bilimin başlangıcıdır. Politika ise toplumun isleyişini ve bilimin mecrasını belirler. Dolayısıyla da bilimin özgürleşmesi, politik konumlanıştan bağımsız düşünülemez. Çocukken ansiklopedilerden kupürlerini kesip sakladığım Linus Pauling’in eşsiz hikâyesi bilim insanlarının toplumsal sorunlara ne ölçüde müdahale edebileceğinin güzel bir örneğidir. Pauling, dünyanın en önemli 20 bilim insanı içinde kabul edilir. Moleküler biyolojinin ve kuantum kimyasının kurucularındandır. Artılar ve eksiler birbirini çeker deriz ya, işte neden çektiklerini açıklamıştır Pauling. Akdeniz anemisinin bir genetik hastalık olduğunu bularak insan hastalıklarının mutasyonlar ile gerçekleştiğini ilk söyleyenlerdendir. Diğer çalışmaları, DNA’nın keşfine de yol açmıştır. 1940’ların başına kadar politikayla ilgilenmez Pauling, ancak eşi Helen’in aktivizmi sonucu nükleer savaş karşıtlığına soyunur. Devleti kızdırır ve pasaportuna el konur (1952), işinden olur (tanıdık geldi mi?). Pauling, DNA yapısı için bir model önerir (1952). Modelin bir yerinin eksik olduğunu düşünmekte ama neresi olduğunu çözememektedir. O zamanlar, Londra’da King’s College’da çalışan Rosalind Franklin adında genç bir araştırmacının X-ışını kristalografisi çalışmalarını duyduğundan beri, modelini tamamlamak için Franklin ile konuşmak istemektedir. Ancak bu buluşma hiçbir zaman gerçekleşmez, çünkü Pauling seyahat edememektedir. O sırada, Cambridge’de araştırma yapan James Watson, Pauling’in modelinin bilgisiyle yine King’s College’daki Wilkins’e gider (1953). Onu bulamayınca Franklin ile konuşur ve aralarında bir kavga başlar. Watson ayrılır. Daha sonra Wilkins, Franklin’in bir çalışmasını izinsizce Watson’a sunar. Bu bilgi Watson için essiz değerdedir ve nihayetinde DNA modelini oluşturup Pauling’den önce, yayınlar (1953). Nature dergisindeki yayında Franklin’in adı yoktur.

NOBEL ÖDÜLÜ KAZANDI

Pauling, pasaportunu geri aldıktan birkaç gün sonra (1954), maddelerin atomlarının kimyasal bağları ile ilgili çalışmaları nedeniyle Nobel Kimya Ödülü’nü tek başına alır. Bunun keyfini çıkarıp sadece bilim yapmak yerine, radikalizmini ve aktivizmini arttırır. Einstein’ın başını çektiği nükleer karşıtı bilim insanları grubuna katılır. Russell-Einstein manifestosuna imza atar (imzacıdır). ABD ve

Linus Pauling

Sovyetler Birliği’nin nükleer silahsızlaşma anlaşmasının yürürlüğe girdiği gün Pauling’e Nobel Barış Ödülü kazandığı haberi verilir (1963) (1962 için aldığı ödül yeni açıklanmıştır). İki farklı alanda Nobel ödülünü tek başına kazanan ilk kişidir. 1962’de, Pauling’in DNA modelini geliştirerek yapısını çözen Watson, Crick ve Wilkins tıp alanında, Crick’e Franklin’in çalışmalarının bir kopyasını izinsiz olarak veren ve Wilkins vasıtasıyla Watson’ın çalışmasını destekleyen Max Perutz da kimya dalında Nobel ödülü almışlardır. Yani, Steinbeck’in dediği gibi “başarının hırsı, çoğu zaman iş ahlakının üstündedir”. Tesadüf odur ki 1962’nin aynı haftası, Steinbeck de Nobel Edebiyat Ödülü’nü alır. Franklin ise 1958’de 37 yaşında ölmüştür. 1955 yılında Franklin, öğrencisi Aaron Klug’a kristalografi konusunda bir proje verir. Klug, Franklin’in ölümünden sonra buna devam eder ve o da 1982 yılında Nobel ödülü kazanır.

Pauling, “tahtayı en kalın olan yerinden delmek için uğraştım” demiştir*. Bölüm başkanı olduğu Caltech, kendisini bu görevinden alır (1958). ABD güvenlik senatosunda ifadeye çağrılır (1960). Life dergisi Pauling’i komünist ajanlıkla suçlar (1963). Vietnam Savaşı’na karşı ön saflardadır (1964). Ho Chi Minh ile görüşür (1965). Lenin Barış Ödülü’nü alır (1968). Kaliforniya Üniversitesi’nde işe başlar ancak Nixon nedeniyle yürütemez (1969). Pauling, bir bilim insanının hem radikal aktivist hem de başarılı olabileceğine dair en güzel örneklerden biridir. Ancak elbette gün yüzünde olmayan, bilmediğimiz nice bilim insanı vardır baskıya karşı duran, korkmayan ve ağır bedeller ödeyen, Barış için Akademisyenler vardır mesela. Velhasıl, bilim hem itaatsizdir hem de politik bir mücadeledir.

Yorumlarınız ve sorularınız için Twitter’da @CaKizil hesabina #KizilSorular etiketi ile mesaj gönderebilirsiniz. Bilimle kalın!

* Pauling ile söyleşi, 1985, Molecular Research Center, Palo Alto, (Söyleşiyi yapan, Stuart Fishelson ve Wally Glickman, derleyen Eylem Delikanlı) Bu yayımlanmamış versiyonu benimle paylaştığı için Long Island Üniversitesi’nden Prof. Stuart Fishelson’a teşekkür ederim.